28 Aralık 2011 Çarşamba

inanmak

inanmak, evet. şimdiki konum inanmak. inanmak işte, tek kelime ama aslında çok derin anlamları var. insan neye inanır? inanmak istediği şeye inanır tabii ki. tanrıya inanır, sevgilisine inanır, fallara inanır, çünkü inanmaya ihtiyaç duyar. çünkü kendisini yetersiz hisseder bazı konularda. kendine yetemez. birinin onu rahatlatmasına ihtiyacı vardır. ama eğer rahatlayamazsa inancını kaybetmeye başlar.

en iyisi inanmak değil doğru şeye inanmaktır, unutmayın.

hey hey sen!

ordaki! bak bi bakiyim buraya. her neye kafanı takıyorsan bırak. sadece 5 saniye için kendini bana bırak. 1,2,3,4,5. derin nefes al ve 2 saniye içinde tut. 1,2. evet şimdi bırak. tüm kötü düşüncelerinden kurtuldun mu? kurtulamadığına eminsen merak etme naptığımı biliyorum.

yapacağın şey aslında çok basit. kendini rahatlatmak. fakat bunu nasıl yapacağını bilmiyorsun ve derdini birine anlatıp rahatlamaya çok ihtiyacın var. bu kişi tanıdığın biri olsun istemiyorsun çünkü sana karşı tarafsız olamaz. tanımadığın birine ise nasıl güvenip anlatacağın konusunda şüphelerin var. ayrıca o seni anlayacak mı anlamayacak mı bilmiyorsun bile. ya anlamazsa? ya daha çok kafanı karıştırırsa? ya istediğin rahatlamak iken daha da kötü olursan? moralin daha çok bozulursa? hem hiç tanımadığın biri seni neden dinlesin değil mi?

değil. insanlar artık yüzyüze konuşamıyorlar zaten. connected2me sayfalarında anonim olarak yazışıyorlar. giriş cümleleri "sence yalnızlık nedir?", "insan neden uzaklaşamaz?" gibi sorular oluyor. eğer insanların psikolojilerini nasıl yönlendirebileceğini biliyorsan rahatça bu sorulara cevaplar verebiliyor, karşındakini rahatlatabiliyorsun. sonra sana ulaşmak istiyorlar. sana hep ihtiyaç duyacakları gibi bir yanılgıya düşüyorlar, halbuki olmayacak. sen onların her şeylerini anında tahmin edebiliyorsun diye sana hayranlıkla bakıyorlar.

nereden mi biliyorum? çünkü bu durum sık sık başıma geliyor. yazıyorlar bana sorunlarını, rahatlıyorlar. insanların burçlarını, isimlerini, yaşadıklarını ve sorunlarını tahmin edebiliyorum. geçmiş hayatımda belki de kahindim bilmem ki. böyle olunca karşımdaki kişi benim için artık anonim olmaktan çıkıyor. hayat işte.

neyse ne diyorduk, insanlar falan. hepsi ayrı bir kördüğüm ayrı bir dert yumağı. ama sonuçta ne oluyor? o dertlerin hepsi çözülüyor, yerlerine yenileri geliyor. insanlar da artık sıkıldıkları için birileri onların yerine sorunlarını çözsün istiyorlar. peki olan ne?

herkes kendi başının çaresine bakıyor, her koyun kendi bacağından asılıyor. boşuna mızıklanmayın.

biraz süt ve kurabiye

insanın canı durup dururken ne çeker? iskender çeker, çiğköfte çeker, yaprak sarma çeker, makarna çeker, nutella çeker, bira çeker ama pek az kişinin canı süt ve kurabiye çeker. özellikle annenin yapmış olduğu fırından yeni çıkmış mis gibi kokan o anne kurabiyelerini canınız çektiyse artık geri dönüşü olmaz, eve gitmek için her şeyi yapabilecek duruma gelirsiniz. hem de finalleriniz varken. yılbaşını da bahane edersiniz hani, nasılsa yılbaşı da geliyor diye. bilirsiniz ki anneniz sizin o çok sevdiğiniz kurabiyelerinden yapacaktır. yanına da bir bardak süt... tamam, mutluluk bu işte dersiniz.

aslında sadece kurabiye değil mi? hayır, hep söylerim. nasıl "sen" ve "ben" yan yana gelince "biz" kelimesini oluşturabiliyorsa kurabiye ve süt de yanyana gelince başka bir şey çıkıyor ortaya. bambaşka bir oluşum. insanı çocukluğuna götüren, lunaparklarda gezdiren, uçan balonlar aldıran, ağzının etrafına pamuk şeker bulaştıran bir oluşum oluveriyor bu. parklara götürüyor, salıncaklara bindiriyor, kaydıraklarda kaydırıyor seni. baban alıyor kucağına, havalarda uçuyor pilot oluyorsun. masum bi gülümseme oluşturuyor yüzünde. bakışların yumuşuyor, belki anneanneni hatırlıyorsun.

evet bunları sadece birkaç kurabiye ve biraz süt yapıyor.

fotoğraf

anı dondurmaktır.

arkadaş...


3 tip arkadaş vardır.

-1.si su gibidir, her zaman ihtiyaç duyarsınız.
-2.si ilaç gibidir, lazım olunca ararsınız.
-3.sü mikrop gibidir, o gelir sizi bulur.

ah, aklıma gelmişken, herkese arkadaş diyenlere arkadaş kelimesini de açıklamak gerek. eskiden Türkler savaşlarda sırtlarını kayaya yaslarlarmış. sebebi tabii ki arkadan vurulmama çabası, arkadan tehlike gelmesin isteği. kısaca güvenlik arzusu, kendini güvende hissetmek için yapılan bir şey. bu kayalara ise “arka taş” denirmiş. zamanla nüfus çoğalmış ve herkese yetecek kaya olmadığı için insanların arka taşı başka bir insan olmuş. söylene söylene ise arkadaş olarak gelmiş günümüze kadar.

güvenmediğiniz insana arkadaş, kanka, dost falan demeyin. arkanızdan çekildiği anda vurulursunuz ve emin olun bir gün mutlaka arkanızdan çekilecektir.

korku ve insan ilişkileri

rahatlayın. tüm önyargılarınızdan arının ilk önce. ormanda olduğunuzu düşünün. çocukluğunuza iniyoruz!

doğdunuz, biraz hareketlenmeye başladığınızda hayatınıza ilk önce korku girdi. "cısss!, elleme evladım yanarsın!" sobayı ellemekten vazgeçtiniz ve yanmadınız. "cısss! bi yerin kesilir bırak onu elinden hemen bakiyim!" jilete dokunmadınız, bıçaklardan ve mutfaktan uzak durdunuz. aranızda benim gibi psikopatlar varsa jileti avcuna alıp avcunda sıkmış olabilir fakat geneliniz dokunmadı kabul edin. fare kapanı gördünüz hemen bir korku unsuru daha geldi "elin kapana kısılır kırılır parmakların!" korktunuz parmaklarınızın kırılmasından, yanına bile yanaşmadınız bir daha. sonra büyüdünüz, sokağa çıkmaya başladınız. evcilik oynadınız ya da futbol. cinsiyetiniz neyse artık. yaramazlık yaptınız ve yine bir korku unsuru daha girdi hayatınıza "polise veririm seni alır götürürler çabuk eve dedim!" ya da "bak başkasının annesi olurum!" ya da "bak babana söylerim ha, çabuk içeri!" beğenmediyseniz daha var "bak hasta olursan iğne yaptırırım şurubu rüyanda görürsün!". ya o çok sevdiğiniz bisikletiniz? "evladım bırak o bisikleti düşersen boynun kırılır ölürsün!", "hızlı gitme araba çarpar takla atarsın hastanelik olursun baban yakar o bisikleti!" ilkokul çağını böyle atlattınız.

ortaokul çağı? "bırak o bilgisayarı artık bak yoksa kırıcam!", "kalksana evladım başından bak baban gelip dövecek!", "gözün bozulacak yavrum kör olacaksın!" tabii ilkokuldan alışmış olduğunuz için bunlar size yalama olmuş anne serzenişleri gibi gelse de aslında hepsi birer korku unsuru barındıran ümitsizce korkutma çabalarıdır.

liseye geldiniz... "evladım okulda dikkat et bak sigara içme öldürür", "cafede kolanı falan kapalı iç çocuğum içine hap atarlar", "bak çevrene dikkat et fark etmezsin madde falan kullanan vardır aman ha ölürsün!" ve siz sevimli bir ergen olarak aileniz ne derse tersini yapmaya zaten and içmiştiniz. sigara içmeye başladınız, hem ortam olsun hem kendimi kanıtlayayım modunda. kafayı sıyırma noktasına geldiniz öss-ygs-lys ya da adı her neyse şu sınavlar yüzünden.

üniversiteye geldiniz. bursluysanız bursu kaybetme korkusuyla başbaşasınız, hayırlı olsun. yurtta kalıyorsanız geç kalma korkusu hayatınıza girdi. zaten vizeler finaller zorlayacağı için dersten kalma veya ortalama tutturamama korkusu da var. ee yeni şehir olunca "napcam burda tek başıma" korkusu da sarıyor. bir yandan yeni arkadaşlar edinme konusunda sıkıntı yaşar mıyım korkusu. ailenizden gelen uyuşturucu korkusu.

bitti, iş hayatına atıldınız. patron korkusu, maaşım bana yetecek mi korkusu. sözleşmem yenilenecek mi, atanabilecek miyim, sorumluluğumda bulunan işleri alnımın akıyla tamamlayabilecek miyim korkusu... eğer işyeri kendinize aitse acaba ben burayı idare edebilir miyim, batar mıyım korkusu.

evlilik korkusuna rağmen evlenmek. evimi geçindirebilecek miyim korkusu, bebek sahibi olduktan sonra ise acaba ona yeterince iyi bir ebeveyn olabilecek miyim korkusu. onun geleceğini rahatça hazırlayabilir miyim korkusu.

yaş ilerledikçe sizin için değerli olan şeyleri kaybetme korkusu. ailenizi, işinizi, paranızı, ama en önemlisi hayatınızı.

ama siz yine de korkmaktan korkmayın, her şey insanlar için.
kitap yazmak çok zor iş. aslında yazmak başlı başına zor. kısacık bir hikaye bile olsa zor. tamamen hayal gücüyle alakalı. biraz da his ve kendini ifade edebilme yeteneği işin içine girdiğinde durum içinden çıkılmaz bir hal alıyor. bunlara en güzel örnek kitaplar değil, çok daha günlük bir şey.

yalanlar!

hangimiz kendimizi çok iyi yalancı olarak nitelendirebiliriz ki? bizim yalan söylediğimizi anlayacak birileri mutlaka vardır etrafımızda. oysa yalanlar bizim hayal gücümüzün sınırlarını zorlamamıza sebep olur. "off ne desem de anlamasa lan acaba yalan söylediğimi" diye düşünürken aslında beynimiz çok hızlı çalışmak zorunda kalır. "ee onu dersem olur da ya x kişi benim orda olmadığımı gördüyse?" ve bu sorun için de bir çözüm üretiriz. kim ne derse desin yalan söylemek aslında en iyi beyin jimnastiklerinden biridir. özellikle de ebeveynlere ya da sevgiliye-en yakın arkadaşa söyleniyorsa.

burda yalanı özendirdiğim yok, yanlış anlaşılmasın. işte yazmanın zorluklarından biri daha. kendini doğru ifade ettiğini düşünsen bile, kurduğun cümlelerin tam aklından geçenleri yansıttığından emin olsan bile, karşındaki insan. onun anladığı senin anlatmak istediğin şey olmayabiliyor, bu yüzden de insanlar yanlış anlaşılmaktan korkuyor zaten.

gereksiz işler.

7 Temmuz 2011 Perşembe

yeni olmak

insanlar doğdukları andan itibaren bazı yerlerde yeni olarak adlandırılırlar. yeni doğdu, yani hayatta yeni. anaokuluna bugün başladı, orda yeni. buraya daha dün taşındı, bu mahallede yeni. bu okula yeni geçiş yapmış, burda yeni. üniversiteyi yeni kazandı, bu okulda yeni. işe başlayalı bir hafta bile olmadı, işte yeni. geçenlerde evlendi, yeni gelin daha.

yeni biri olmak bazen zordur bazen eğlencelidir. bazen çekmediğiniz eziyet kalmaz bazense bir anda herkesin gözbebeği olursunuz. her iki halde de bütün gözler sizdedir, yenisinizdir çünkü. alışılmadıksınızdır, bu şansı iyi kullanırsanız yeni olduğunuz yerde çok popüler hale gelebilirsiniz, iyi kullanamazsanız naparsanız yapın artık şansınızı kaybetmişsinizdir.

evet, sanırım daha yeniyim. tıpkı daha önce de bir yerlerde olduğum gibi.