19 Eylül 2014 Cuma

a glass of rose wine

el kızı oldum her zaman. ailem için bile öyleydim sanırım... annem için "babasının kızı", babam için "annesinin kızı" ama hiçbir zaman ikisi de "benim kızım/bizim kızımız" demediler. diyemediler belki de. belki de hiç içlerinden gelmemiştir. bilemeyiz.
sevgilim için de öyle oldum herhalde. ben, ona sahip olduğum için mutluydum. o değildi. kimse olmadı. "benim" sıfatının yakıştırıldığı biri olmadım pek. yok hayır, kendi içimi rahatlatmaya çalışmamalıyım. pek de değil. hiçbir zaman diyelim. hayat ne garip; vapurlar falan...
evet doğru. uzun zamandır yazmıyorum. içimden gelmiyor. uzun zamandır içimden hiçbir şey gelmiyor zaten. beni en çok rahatlatan 3 şey vardır. biri, hayatımın aşkı olarak gördüğüm sevgilimin yanında olmak. ikincisi, kardeşime sarılmak. üçüncüsü? alkol ve sigara.
dumanın kokusu an okusuna karışsa. bi bıçakla boğazımı kessem. kan damlasa. sıcak olsa. o sıcaklığı hissetsem, damlasa. damladığını görsem. tanrım! öyle mutlu olurdum ki!
açamadığım kapılar var benim. açmak istemediğim kilitler, gitmek istemediğim yollar, çekmek istediğim tetikler var. görmek istediğim ölümler var. gözünün içine baka baka öldürmek istediğim kişiler var. onları öyle bana yalvarırken görsem ölürken... gözümün önünden gitmesini istediğim görüntüler, yaşamak istediğim mutluluklar var. yaşayamayacağımı biliyorum.
kan kokusu nereden geliyor? ah sevgilim.. yanımda sigara içiyormuş. Türk kahvesi ve sigara. neden bana kan gibi kokuyor ki? beni neden sadece kan mutlu ediyor? neden kendi ölümümü aynaya baka baka izlersem, sadece o zaman mutlu olabileceğime inanıyorum?

sonra bütün bu soruları cevaplamaktan vazgeçiyorum. sevgilime sarılmak geliyor içimden sadece. belki bir gün diyorum. hayatımın aşkı olan sevgilim, belki bir gn sadece benimle aynı evde yaşayabilir. kimse olmadan. gerginlik olmadan. bir fincan Türk kahvesi, bir paket sigara, biraz müzik, sadece o. sadece ben.

sanırım beni ölmekten daha çok mutlu eden tek şey de o.

cevaplamaktan vazgeçtiğim sorulardan sonra, aklımda beliren iki şey oluyor. biri bıçak. diğeri hep aynı soru.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

19 Haziran 2014 Perşembe

"the end"

bir düğün sahnesi ve arkasından gelen "the end" yazısından hiçbir farkı yok hayatın. her şeyin yeni başladığı anlara "bitiş" adı vermeye pek bir meraklıyız. tam bir zekasızlık örneği.

uykum var, uykusuzluktan gözlerim acıyor ama ben uyuyup da bu geceyi "the end" diye sonlandırmadan önce, teşekkür etmek istiyorum. evet gerçekten teşekkür etmek istiyorum çok içimden geliyor. "teşekkür ederim!"

*bundan 4 ay 3 gün öncesine kadar kendimi gereksiz insanlarla ve gereksiz olaylarla yorduğum saçma sapan bir hayatım vardı. her gün kızılayda konur sokakta herhangi bir barda herhangi bir arkadaşım zannettiğim şahsiyetle oturup bira içtiğim, çerez yemek yerine boş muhabbetler çevirdiğim bi hayat. işte artık ne kadar hayat denebilirse... yalnızlığımı sürekli bastırmaya çalışıyordum. alkolle, ortamla.. eğlenmek demek "kafanın güzel olması" mıdır? "uçmak" dediğin, sahte mutluluk anları, beni gerçekten mutlu ediyor muydu? etmiyormuş.
*"depresyonun zirvesinde" ama çok mutlu olduğunu düşünen, anı yaşamak gerektiğini savunan bir zihniyet içindeydim. şimdi baktığımda, aslında o anları hiç "yaşamamış" olduğumu fark ediyorum. vücudum orda olsa bile, ruhum, kendi benliğim bana uzaktan bakıp aklımın başıma gelmesini bekliyordu sanki. daha çok beklerdi aslında, hayatıma girmeseydin.
*sırf bu yazıyı bitirmek için ardı ardına sigara yakıyorum. biliyorum bana çok da kızacaksın.. hani uyuyacaktın diye. evet gerçekten uyumak istedim ama, bişey eksik gibi geldi. kalktım, bilgisayarımı açtım. bu yazıyı yayınlar yayınlamaz da hemen uyumuş olacağım çünkü uykusuzluktan ölmek üzereyim ama, sana teşekkür etmeden yatakta dönüp durmak bana göre değil. kızsan da kızmasan da, bu sefer içimden geleni içimden geldiği anda, kimse beni engellemeden yapmış olacağım. umarım kızmazsın, çünkü bu umursamamak değil seni. sana öyle çok sarılıp "iyi ki varsın" demek istiyorum ki! resmen içimden sımsıkı sarılıp bırakmamak geliyor. kucağımda yastık, üstümde tişörtün, suyu bile senin bardağınla içiyorum. neden mi? su hayatın devam etmesi için gereklidir. sen benim nefes alabilmem için gerekli tek şeysin.
*"duygusal patlama" yaşamıyorum hayır. benim için ne ifade ettiğini anlatmaya çalışıyorum. bunu asla tam olarak başaramam, kelimelerin bunu ifade edecek gücü yok, ben de hangi kelimeleri kullanmam gerektiğini bilmiyorum gerçi ama beni anlamanı umuyorum sadece. beni bir tek sen anlıyorsun.
*dünyadaki herkesin senden bişeyler istemesi durumu benim başıma çok geldi. biliyorsun zaten, anlatmayacağım. sevilmeye duyulan bi ihtiyaç değil benimkisi, düpedüz aidiyet. teslimiyet. yüzümde herhangi bir maske olmadan sevdim ben seni, yalanlardan uzak sevmek istedim. "yalan" da ne garip şey. yalan söylediğin zaman sanki "seni seviyorum" cümlesi de beyaz renkte kalmıyor artık. bana "hayır" demeyi, yaşamayı, ait olmayı, ben olmayı, sevmeyi öğrettiğin gibi bunu da sen öğrettin.
*babamdan çok babalık yaptın bana, zaman zaman delirtsem de seni, benden vazgeçmedin. seni kaybetmekten korkuyorum. çünkü seni kaybetmek demek, sadece "seni" kaybetmek demek değil benim için. hayallerimi kaybetmek demek. aklımı kaybetmek, saflığımı kaybetmek demek. herşeyimi, en yakın arkadaşımı, sevgilimi, babamı, ailemi, çocuğumu kaybetmek demek. "masumiyetimi" kaybetmek demek. sevgimi, zaten bi gıdım kalmış vicdanımı, hayata olan güvenimi kaybetmek demek. sana öyle anlamlar yükledim ki.. sen sadece "sen"den ibaret değilsin benim için.
*seni seviyorum cümlesinin ne anlam ifade ettiğini bana öğreten, asla yanlış yapabileceğine ihtimal vermediğim, her ne kadar kötü şeyler yaşamış olsak da her şeye "rağmen" sevdiğim kişisin sen benim. hani, "şu olursa severim, senin şuyun var o yüzden seviyorum" tarzında şartla, çünküyle sevmedim ben seni. her şeyde yanında olmak için sevdim. en iyi, en kötü, en sıkkın, en muhtaç, en güçlü, en özel, en sıradan fark etmiyor. her anında yanında olabilmek istiyorum. istiyorum ki sen, fiziksel olarak yanında olmasam da, o telefonun ucunda olduğumu bildiğinde bile için huzur dolu olsun. de ki "o var. o benim yanımda" çünkü ben, sen bana kızsan bile, bunu hep biliyorum. benim yanımda olmadığın anlarda bile, benim güvende olmam için her şeyi yapıyorsun.
*beni benden koruyabilen kimse çıkmadı bugüne kadar. aile, arkadaş.. hiç kimse. ama "sen" varsın ve gerçeksin. babamın benim saçımı okşamadığı gerçeğini ben kendime itiraf etmekten korkarken, söylediğim kişisin. kızmasından, üzülmesinden, canının sıkılmasından korktuğum kişisin sen. elimde olsa, pamuklara sarar sarmalar dünyadaki hiçbir şeyin senin mutluluğunu bozmasına izin vermezdim ben.
*senin mutlululuğun o kadar önemli ki benim için, bensiz mutlu olacaksan, benimle mutsuz olman için zorlamam ben seni. mutlu olmayı hak eden nadir insanlardansın. numunelik insanlardansın. insan olmak farklı bir şey..

aslında yazacaklarım bitmedi ama, gerisini söylemek için biraz cesarete ihtiyacım var. o da henüz bende yok... şimdilik bu kadar sevgilim. seni seviyorum ve sana teşekkür etmek istedim işte. "her şey" için, her şeye rağmen beni bırakmadığın için, benden vazgeçmeyen tek insan olduğun, ben kendime güvenmezken bile bana güvendiğin, beni ben yaptığın, benim olduğun için. ben seni çok seviyorum. gün geçtikçe daha da çok seviyorum, daha da fazla. "iyi ki varsın" cümlesini bana içimden gelerek dedirttiğin için teşekkür ederim.

daha fazla uzatmayıp kısa kesip (yuh daha ne kadar uzatabilirim ki- ayrıca tamam romantizmi siktim pardon beni böyle de sev nolur) artık uyuyorum.

                                                                                                                   imza,
                                                                                                                 kız çocuğun.

14 Haziran 2014 Cumartesi

his mi desem, hiclik mi..

Ve hep ait olduğun yere dönersin. Kendini rahat, huzurlu ve güvende hissettiğin o yere. Bu bazen bi sahil kasabasıdır bazen ailenin yanı bazen kendi evin bazen gökyüzüdür; bazen de hiçbir yer.

Bazen ait hissettiğin hiçbir yer olmuyor. Bazen, ailem diyecek bir ailen olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyorsun. İşte o anlar çok acı verici oluyor. Çünkü kendini kandırmak daha çok mutluluk vericiydi.. Sonra biri geliyor. Önce senin ailen oluyor, sonra sana bi aile veriyor. Sen ise hiç bilmiyorsun sevmek sevilmek ne demek. Bazen çok saçmalıyorsun bazen çok bunaltıyorsun onu. Bazen en doğal en saf halinle seviyorsun da.. ama bazı şeyler keşke hiç yaşanmamış olsaydı demekten de kendini alamıyorsun. Neden yalan denen bişey var ki?

Yaz tatiline çıkmış gibi hissettiriyor bazen sana. Sanki insanlar seni çok darladığında aslında güneş seni çok yakmış da sonra onun göğsüne yattığın zaman soğuk sulara atlayıp rahatlamışsın gibi.. ama işte, her istediğiniz şeye sahip olamazsınız. Neden diye düşünüyorsun. Neden bu kadar imkansız? Çocuk olmak güzeldir.

Sen hiç havai fişeklerin sesinden korktuğun halde, en sevdiğin oyuncağına sıkı sıkı sarılıp, boynun ağrısa bile başını 1 saniye yere indirmeyerek, gökyüzündeki renklerin özgürlüğünü onlardan çalmak istercesine izledin mi havai fişekleri? Havai fişek korkutucu olmamalıydı. Aslında lunaparkta olmak gibi bir şey. Eğlenceli değil, korkunç. Yorucu, devasa ve yalnız bir şey bu sevgi denilen şey herhalde. Hep yalnız kalıyorsun. İnsanlar önce senin mutlu olmanı istediklerini söylüyorlar. Sonra hep bencillik ediyorlar. Neden?

Ben hep birilerinin beni üzmesinden kaçmak istemiştim. Ama herkes üzdü. Kimse bana kızmasın istemiştim. Ama herkes çok kızdı bana. Şimdi birileri sevsin istiyorum, insanlar bir o kadar aldılar içimdeki sevgiyi benden. Biraz susmayı deneyeyim istiyorum artık. İnsanlar anlamasın beni. Arkadaşlarımın benim için neler yaptığını bilmeden, 1 sözle 1 olayla önyargılara kapılıp, beni boş yere suçlamasınlar. Ben çok yoruldum.

Bugüne kadar çok şeye... Her neyse. Uyku bastırıyor. Bunları boşverip uyumak zamanı geldi. Huzur işte bu. İyi uykular kendim.

12 Mayıs 2014 Pazartesi

ya hep ya hiç

ya hep ya hiç. ya sev ya terk et. ya öl ya öldür. en kötü karar, kararsızlıktan iyidir.

hayır, özdeyişler senin için hiçbir anlam ifade etmiyor. senin için anlam ifade eden tek şey ne mi? sarılmak. ihtiyacın olduğundan mı birinin seni sımsıkı kollarının arasında bastırmasını istiyorsun? ihtiyacın mı var sanki sevilmeye? saçlarının okşanmasına ihtiyacın mı var?

yoo. yok. sen çok güçlüsün. insani ihtiyaçlara asla ihtiyacın yok. sen güçlü olmaya programlandın, çünkü kadınlar her zaman güçlü olmak zorundadır. ağlaması normal karşılanır ama "aa koskoca kızsın ağlamaya utanmıyor musun sokak ortasında, senin için ne diyecekler?!" diye eleştirilir kadın. "yahu genç kız oldun sen, ne işin var erkek çocukları gibi elinde birayla bar köşelerinde, elalem ne der?!" diye eleştirilir. "kadına etek yakışır dedik de mini etek giyme evladım, elalem kötü konuşur arkandan" diye kısıtlanır.

ben de o kadınlardan biriyim. hep "elalem ne diyecek" diye kısıtlanan. olmama ihtimalim yoktu sonuçta, yaşadığımız ülke belli... gelinlikle dünyayı dolaşan italyan kadın pippa bacca bile tecavüze uğrayıp öldürüldü bu ülkede.

biz kadınların bazı ütopyaları vardır. çok sevileceklerdir. çok beğenileceklerdir. özgür olacaklardır mesela, ekonomik özgürlüklerini kazandıklarında hiçbir erkeğe muhtaç olmayacaklardır. korunmaya ihtiyacımız olmayacaktır hiç. insanlar iyi olacaklardır, dünya iyi bir yer olacaktır, kuşlar çiçekler böcekler ile hepimiz mutlu mutlu yaşayıp gideceğizdir. öyle adamlarla karşılaşacağızdır ki, beyaz atlı prensimiz olacaktır onlar bizim, bizi de atlarının terkisine atacaklardır, sonsuza kadar mutlu olacağızdır biz. huzur içinde yaşayıp gideceğizdir, süprizler filan yapılacaktır bize, gökten başımıza üç adet elma düşecektir, biz ereceğizdir muradımıza, herkes çıkacaktır kerevetine.

sonra aşık oluruz. anlarız ki biz saçma sapan romantik hayaller kuruyoruzdur. hiçbir erkek dünyaya kadınları mutlu etmek için gelmemiştir çünkü. ama biz kadınlar, herşeyimiz olsun onlar isteriz. bazen abartıp babamız yerine filan koyarız hatta. en iyi arkadaşlarımız olsunlar isteriz, sonuç ne olur? "biz bugün toplanıp maç izlicez yeaa. off ece benim kankim! ben sana bilmemneyi giyme bilmemneyle görüşme bilmemnereye gitme şunu yapma bunu etme demedim de bikbikbik" görürüz ki erkekler öyle çiçek filan almıyor, hiçbiri prens değil, atları yok, üstelik bizi "at gibi hatun oyş" diyerek süzüyorlar.

midemiz bulanır. sonra mı? ayrılık acısı, kızlarla kafa dağıtmalar, içmeler gezip tozmalar alışveriş yapmalar ve bu kısır döngü böyle sürer gider. taaa ki -evet bildiniz- evlenene kadar! evlenince ne mi olur? ne olacak hayatın biter! çocuk bak, yemek yap, adam eve gelsin sen romantik bi masa hazırlamış ol mesela, 5dakikada yesin bitirsin, öküzlüğü yetmiyormuş gibi bir "eline sağlık" bile demesin -çünkü yemek yapıp onun karnını doyurmak senin görevin, niye teşekkür edecek ki görevini yapıyorsun- bi de üstüne dayak ye. dayaktan sonra canı çeksin, yatağa çağırsın seni. gitmek isteme, kolundan tutup koyarım kapının önüne desin ya da demeden direkt yapsın, babanın evine göndersin, istediği yemeği yapmadın diye seni öldürsün.

evlilik düşmanı mıdır kadın? yoo. bu üçüncü sayfa haberlerine konu olanlar asla onun başına gelmeyecektir, çok mutlu olacaktır o. ahh ah, her kadının içinde çocukça bi evcilik oyunu oynama hevesi vardır. evlenmeyi çok istiyordur o. çocukları olacaktır onun, anne olacaktır o.

anne olmak da ne garip şey... bazılarımız asla olamayacak.

kadınlar..! insanı bazen sevgi istekleriyle, bazen kıskançlıklarıyla, bazen seksapeliteleriyle deli ediyorlar. bazen çocuk gibi masumlar, bazen vahşi bir yaban kısrağı gibi öfkeli. bazen çok incinip susuyorlar. itiraz etmek gelmiyor içlerinden, sadece denileni yapıyorlar kaderlerine razı gelirmişçesine. bir çığlıktı yalnızlığım, hepiniz mi sağırdınız sözünü okuyorlar, kendi kendilerine gözleri doluyor.

şu kadınlar da ne anlaşılmaz varlıklar canım. çok sevilmek, çok güvenmek  istiyorlar. ütopyalardan vazgeçemediler gitti...

sonunda sordukları soru aynı oluyor.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

1 Mayıs 2014 Perşembe

bir küçük kız çocuğu

içinde küçük bir kız çocuğunun o hassas, narin, kırılgan ve masum kalbini taşıyorsun. yaşın neredeyse 25 olmuş. insanların deyimiyle "büyümüş serpilmiş"sin, çekicisin, insanların hayalleri filan var seninle birlikte olmak üzerine. sen sadece güvenmek istiyorsun.

sana çok yalan söylemişler. insanlara iyilik yap, onları mutlu et, sen de mutlu olursun demişler. insanlar iyilik yaparlar demişler. sen sev, sevdiğin kadar sevilirsin demişler şiirlerde bile. oysa hiç de öyle olmamış. kalkıp deniz kenarına gitmiş, huzuru orda aramışsın, denize attığın iyiliklerle barışmak istercesine. hep gel demişler sana. hep birşeyler istemişler. hep beklemişler. iyi olmanı, mutlu etmeni, anlayış göstermeni, büyümeni, olgunlaşmanı... hep "ver" demişler. hiçkimse "gelmemiş". sen ise hep beklemişsin çocukluğundaki "sen ağlarsan ben de dizimi kanatırım beraber ağlarız" masumiyetini.

çok düşmüşsün, dizlerin, ellerin hep yara içinde kalmış. öpen kimse olmamış, öpünce de geçmemiş zaten. annen sana neden yalan söyledi? baban, evde bir vazo kırıldı diye sana hep bağırmış. hani hiçbir şey senden önemli değildi? baban neden yalan söylemiş ki?

sonra inanmışsın, küçük bir aşk büyütmüşsün içinde. can yücel yalanlarına inanmışsın. "sevdiğin kadar sevilirsin" demişsin, gerçekler hiç de öyle olmamış. şairler bize neden yalan söyledi? neden hep sevdiklerimiz yalan söylüyor diye düşündüğünde aslında sevmemen gerektiğini anlıyorsun. peki sevmemen mümkün mü? hep içinde bi yerde sevilmek istemenin sebebi neydi? insanların seni sevmesi seni mutlu edecek mi? sevilmek güzel bişey mi?

sorular soruyor o küçük kız çocuğu sana değil mi? zaten çocuklar hep sorar. bıkmadan usanmadan sürekli sorarlar. sen ise cevap bulamazsın. daha kendi içindeki çocuğun sorularını bile cevaplayamıyorsun. ne işe yarıyorsun ki şu dünyada acaba?

ailen sen daha 5-6 yaşındayken hep "kocaman kız oldun artık" demiyor muydu? çocuk olmana hiç izin verilmeyen bir dünyada yaşadığını yeni anlıyorsun. neden mutsuzsun? ileride anne olmaktan korkuyorsun. "onlar" gibi olacaksın istemesen de, biliyorsun. bir çocuğu yalanlarla büyütüp buna da sevgi adını vermek sana göre olmadı hiçbir zaman.

"insan" adı verilen canlılardan kaçmak istiyorsun. sadece yazmak, yazdıkça daha çok yazmak, sonra eline flüdünü alıp doğaçlama içindeki bütün sıkıntıları akıtmak istiyorsun. yapamıyorsun, yine. seni anlamayacaklar. yargılamakta üstlerine yok değil mi?

rakı masasında olman neden gerekli? sen, rakın, yalnızlığın, notaların, yazıların. ne kadar tuhaf. rakını bile başka insanlar üretiyor. ne kadar kaçarsan kaç, yine de muhtaçsın o insanlara. hayat keşke bu kadar muhtaçlığımı yüzüme vurmasaydı.

"güven" nedir? insan güvenebilir mi? insanlara güvenilebilir mi? sana güvendiğin kişiler hep yalan söylemedi mi?

"nefret" ne peki? hiçbir şey hissetmemek nefret etmek midir? üzülemiyorsun bile. öylece bıraktın artık her şeyi. kendini, nefesini, suyun altındasın. kendini neden bu kadar öldürmek istiyorsun ki? gözlerinin önüne gelen o kabusu anlatsana biraz. insanların seni nasıl zorladığını. kadın olduğun için sadece seks malzemesi olduğunu. anlat hadi? anlayabilecekler mi?

zor. hele ki erkeklere anlatıyorsan, imkanı yok. zaten güvenmeye o kadar açsın ki, güvenin kırıldığında ne hissettiğini anlatman çok zor. sevgilinle bile yalnız kaldığında "bana ne yapacaksın"  diye düşünmek, ne hissettiğini anlatabilmek çok fazla zor senin için.

hayal kırıklığına alışkınsın. güvenmemeye de. güveninin kırılması? hayır, buna alışkın değilsin. çünkü zaten güvenmiyordun hiçkimseye. istesen de güvenemiyordun. "atlattım, iyiyim ben" dediğin olayların senin kişiliğini nasıl değiştirdiğini kimseye anlatamıyordun çünkü. zaten anlamıyorlardı da, anlatmaya ne gerek vardı ki?

seni dinleyecek kimse olmadığı için mi yazıyorsun? neden aynanın karşısında konuşuyorsun kendinle? seni en iyi anlayabilecek kişi sen olduğun için mi? canın artık yanmıyor. üstünden günler geçti... artık hissetmiyorsun. kabuk mu bağlıyor? seversin sen o kabukları kaldırıp canının yanmasını. hadi bırak, kanasın işte. belki ağlatabilir seni, belki içini döker ağlarsın.

yapamadın değil mi? biliyordum, yapamayacaksın. o kadar uzun zamandır "güçlü, anlayışlı, çelik gibi sağlam sinirleri olan, üstesinden gelemeyeceği hiçbir şey olmayan" bir "kadın"ı oynuyorsun ki, o küçük kız çocuğunu küstürdün, farkındasın.

elinden tut, pamuk şeker yedir, lunaparka filan götür onu. ama yapmayacaksın. içinden gelmiyor. mutluluk neden sadece birkaç gün, birkaç saniye filan sürüyor ki? neden onu hep elinden sevdiklerin alıyor?

arkanda sadece "gidiyorum, hoşçakalın" yazılı bir not bırakıp, en sevdiğin hiçbir şeyi yanına almadan bir otobüse binip herhangi bir yere gidesin var senin yine? rahatlayacak mısın? hayır. kendinden kurtulamadığın sürece rahatlaman imkansız.

seni seviyor değil mi? bırak, sevsin. belki "öpünce" geçer. sen şimdi yine "unutmaya çalış bütün olanları", bırak kalbini kırsınlar, belki "öpünce" geçer. belki yalan söylememişlerdir. hala buna inanmak istiyorsun değil mi?

gözlerini kapat. odaklanamadığında aklında yine aynı soru olacak.

"ben yine ölmeyi nasıl başardım?"

29 Nisan 2014 Salı

the unforgiven

kendini bi anda sakarya caddesinde buldun. insanlara bakıyorsun. midye yiyorlar, içiyorlar, alkolün verdiği cesaret olmadan öpüşemeyen, ayrılık acısını başkalarının kucağında geçirmeye çalışan insanlar onlar. neden orada olduğunu anlayamıyorsun. senin orada ne işin var? ölüsün sen! nefes almıyorsun!

insanların yansımalarına bakıyorsun. gölgeleri de var onların, insanlar arkalarında bir gölge görünce peşlerinden birinin geldiğini anlayabiliyorlar. peki sen? gölgesizsin. istediğin kişinin arkasında, yanında, önünde ol. kimse gölgeni göremeyecek. kıyafetlerindeki kan lekesi kurumuş bile çoktan. kurumuş kan kokusu da yok. su gibi bile değilsin. su bile arkasında iz bırakır.

iz bırakanlar unutulmazdı değil mi? seni unutmayan kim var? kim için önemli olabildin ki bugüne kadar? vazgeçilmez değildin. kimse değildir... ama önemli olmak? kimin hayatında bi iz bıraktın? senin vücudun nasıl bu kadar izlerle dolu hale geldi? karnında, omzunda, hayatında.. her yerinde kesikler var. şimdi de kesebilir misin kendini? bileğinde de iz olsun ister miydin? yatay bi iz, sadece korkaklıktır. cesaretin var mı damarlarını kesip dikey bi iz bırakmaya? hatırlatayım yalnız, geri dönüşün yok. o zaman öleceksin, yine.

işte oradalar. alkol sayesinde öpüşüyorlar yine. gülümsemek istiyorsun, olmuyor. insan ölünce gülümsemesini neden kaybeder ki? nefes almanın en güzel yanıymış gülümsemek. gerçi, o zaman da insanlar engel oluyordu gülümsemene değil mi? ölmekle yaşamanın arasındaki fark neydi?

ne kadar tuhaf, hissizsin ama ağlayabiliyorsun. nefreti hissediyorsun damarlarında. kan artık dolaşmıyor, öldün çünkü. bunu fark edince yaşıyor gibi hissediyorsun kendini. damarlarındaki nefret sana nefes mi oluyor? sen bugüne geri dönmek istemiyordun ki.

öldürüldüğün yerdesin. sakarya caddesinde. orada yine çiçekçiler duruyor. nefretini yavaş yavaş uzaklaştırıyorsun kendinden. yine mi ölüyorsun? neden hala ağlıyorsun? aklın neden yine karıştı? ölüm böyle bir şey olmalı diyorsun, odaklanamıyorsun. gülüyorsun sadece. ciddiyetsiz seni! canın çok yanıyorken bile gülebiliyorsun. neden insanlar varken ağlamak istemiyorsun? neden korkuyorsun?! canının yandığını neden bu kadar saklamaya çalışıyorsun? dudaklarından neden "canım yanıyor" cümlesi çıkamıyor bir türlü? aptalsın değil mi? illa yalnız kalacaksın.

güçsüzlük müdür ağlamak? hayır, sadece insani... sen insanlığını çoktan senden aldıklarını biliyorsun. acımasızsın. hissizsin. duygular mantıksız geliyor. hem de hepsi. yalnızlığını neden bu kadar seviyorsun? kendinle olan savaşının kaybedeni neden herkes olmak zorunda?

"seni sokak ortasında ağlatan kimseyi affetme" diye düşündüğün için mi ağlayamadın öldürülürken? o kadar gururlusun ki, dediğin tek şey "hadi öldür" oldu. neden "dur yapma" demedin? öldürülmeni izlemeyi istiyordun, aynalar neredeydi?

sis mi çöküyor? yağmur geliyor işte. gitmen gerek. yola bile bakmıyorsun. biri tutuyor seni. o sırada bir fren sesi duyuluyor. sadece rahatladığını hissediyorsun. canın da yanıyor, söyle hadi. "ben ölmemiş miydim?" şaşkınlığını üstünden atar atmaz aklına yine aynı soru takılıyor.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

24 Nisan 2014 Perşembe

kıska(n)çlık

bugün bir kuşunuz olsa ne yaparsınız? tahminimce yapacağınız ilk şey bir de kafes almak olacaktır. köpeğiniz olsa? hemen bir tasma. üstüne "benim" yazmış gibi davranmaya başlarsınız hemen. peki ya bi sevgiliniz olsa?

kabul et, sen bir kontrol manyağısın. tıpkı herkes gibi. "nerede, ne yapıyor, şu anda kiminle konuşuyor, gerçekten dediği yerde mi...." bunun adı ne? kıskançlık... evet herkes için bunun adı kıskançlık. sen, bunun kıskançlık olmadığını biliyorsun. sahiplenmek mi? hayır hayır, sen bir kontrol manyağısın bunu daha önce sana söylemiş miydim? hadi aynaya bak. ne görüyorsun? sinirli misin? sakin mi? hiçbir şey hissedemiyor musun? karşından sana kim bakıyor? sen misin o yoksa karşındaki kişi bir kontrol manyağı mı?

ah, pardon. saat de epey olmuş. aynaya bakarsan unuttun herhalde. ışığı açsana tatlım. bak bakalım arkanda ne var? boynundaki sıcaklık neyin nesi? bir nefes mi hissettin? kontrol edemiyorsun değil mi? hayır korkma, sevgilin öpüyor seni sadece. midene neden kramp giriyor? neden terliyorsun? altı üstü belinden sarılmış... hayır, seni kontrol etmiyor. sadece öpüyor. sadece sarılıyor. bu seni neden bu kadar rahatsız etti ki?

evden çıkarken kapıyı sevgilinin üstüne kilitlemenin sebebi neydi? o senin değil ki, sadece sana sevgisini veriyor o kadar. "o benim, benimm!" "hayır, o sadece beni seviyor?" düşüncelerin neden bu kadar karışık? hatta bazen onun seni sevip sevmediğinden bile emin olamıyorsun. odaklan hadi, gerçekler seni neden terletiyor? hayır, kendini uyuşturmamalısın.

aklına yengeçler ve akrepler geliyor. kıskaçları var değil mi? avlarını kıskaçlarının arasında tutuveriyorlar. ah! kıska(n)çlık! senin yaptığın da bu değil mi? ama onlar sadece avcılar, sen avcı değilsin değil mi? o da avın değil ki? o zaman onu neden öldürüyorum diye düşünüyorsun. nihayet, fark ediyorsun. öldürmüyorsun, ölüyorsun!

tek bir soru oluyor aklında, gözünün önünde bir ev, bir sevgili, bir yengeç kıskacı, bir akrep iğnesi.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

10 Nisan 2014 Perşembe

donat masayı üstad

ortaya karışık hayallerim, hayal kırıklıklarım. söz uçar yazı kalır demişler. beni ben bile çok iyi tanımıyorken, tanıdığım kadarımı anlatmak istedim birazcık.

gecelerim uykusuz geçer benim. uyuyamam genelde. hayal kurarım. spor yapmak isterim mesela. pilatese başlamak isterim. araştırırım, sonra birilerinin yavşamasından çekinir, başlayamam. uçmak isterim sonra. gökyüzünde bi uçaktan atlamak isterim paraşütle. ölme korkum yoktur ama nasıl yapacağımı bilmediğim için onu da yapabildiğim görülmedi.

oturup yemek yapmak isterim. ya üşenirim ya da o yemeği yapmayı bilmediğim için yapamam. küçük de olsa bi evim olsun isterim. içinde müzik sesleri yükselsin, sevdiğim adam yanıma gelsin ben ona kapıyı açayım, bana öyle süprizlerle filan gelmesine de gerek yok, kendini getirsin yeter. ben onun sevdiği yemekleri falan yapmış olayım mesela. "eline sağlık" demesine de gerek yok. sevdiğini fark edeyim, o yeter bana isterim. tabi bi evim bile yok, sevdiğim bi adam var sadece. kimbilir belki bi gün bu hayalim gerçek olabilir.

yanımda olsun, film izleyelim isterim beraber. hani derler ya "nefes alsın yeter" diye. aslında bunların hiçbirinin gerçek olmasına bile gerek yok. ben onun bi yerlerde nefes aldığını bileyim de. o bile yeter bana. benim mutlu olmak için hiçbir şeye ihtiyacım yok ki. hava çok soğukken sıcacık bi yere girmek, canım kahve çekmişken birinin bana kahve getirmesi gibi şeyler çok fazla mutlu edebiliyor beni zaten.

küçük şeyler derler ya hep hani. işte ben o küçücük şeylerle mutlu oluyorum. hediyeler? kimi mutlu etmez ki onlar. beni de mutlu ediyorlar elbette. ama sadece birkaç dakika için. sonrası mı? paranoyak diyebilirsiniz ama kendimi borçlu hissediyorum. ben de bişey almalıyım gibi geliyor. zorunluluk gibi. neyse..

beslenme programımı değiştirmeliyim. çok kilo kaybettim çok... ama ne yapayım sevdiğim şeyler hep sağlıklı şeyler oluyor. milletin canı pizza çekerken benim canım brokoli istiyor. millet gidip hamburger yerken ben salata yemek istiyorum. et de çok seviyorum elbette. ama hep tavada olsun, ızgara olsun, heh işte bana bunlarla gelin. bi de spora başlayabilsem işte en muhteşemi o olacak.

ah ah. daha neler neler var da işte büyük acılar dilsizdir.

3 Nisan 2014 Perşembe

sensizlik öldürmeyecek beni, ben hallederim sevgilim!

evet bu benim özeleştirim.

-ben nasıl konuşacağımı bilmiyorum. çok sevdiğim birini çok kırdım, her zamanki gibi.
-ben, bazen ne giyeceğimi, nasıl davranacağımı da bilmiyorum. elim ayağıma dolanıyor.
-dışardan çok "kendinden emin" ve "asla hata yapmayan", "mükemmel" biri olarak görünüyorum ama, öyle değilim.
-herkes beni korkusuz sanıyor, oysa korktuğum öyle çok şey var ki.. en çok korktuğum şey ise benim. kendimim! çünkü hayatımı mahvetmekte üstüme yok.
-peşime takılan birileri oluyor hep. bugün takip edildim mesela. korktum.
-yanımda olmasını istediğim kişi benden 5 saat uzakta şu an. ben yine kırdım onu, aklımı sikeyim..
-dilimi eşşek arısı soksaydı da söylemeseydim, elim kırılsaydı da yazmasaydım diyen insanları hiç anlamazdım. şu an gayet iyi anlıyorum.
-birini hem bu kadar sevip hem bu kadar kırmak nasıl mümkün oluyor anlamıyorum. konuşmayı beceremediğimden hep, onun farkındayım.
-neyi biliyorum biliyor musun? bu sefer cezam onun suskunluğu olmayacak.

ben mahvettim, kendi cezamı da ben vereceğim.

hoşçakal sevgili blogum. bu da cezam bitene kadar -belki de ömür boyu- son yazımdır sana yazdığım.

"ben yine ölmeyi nasıl başardım?" diye sormayacağım. ben kendimi öldürüyorum, başkası öldüremez beni...

rakım geldiyse demek ki...

bir yudum daha yakıyor boğazımı. sek içiyorum bu sefer rakımı. günlerden herhangi bir gün değil, rakı içiyorum bugün. sen de biliyorsun, ben rakımı sek içiyorsam o gün önemlidir benim için.

sana hayatımı anlatıyorum, dinliyorsun. geçecek diyorsun hepsi, sen de en az benim kadar iyi biliyorsun ki geçmeyecek. ben o izleri sadece ruhumda taşımıyorum ki, vücudumda da bir o kadar iz var. hepsini gösterdim sana, bakamadın. öpeyim geçsin dediğin yaralar hangileri? ruhumdakiler mi vücudumdakiler mi?

bana benden başkası zarar veremezdi değil mi? neden susuyorsun? ağzından 1 tek kelime çıksa bari. ben anlatmaktan yoruldum, onlar gitmekten yorulmadılar. hadi, sen de bir yudum al rakından. bir yudum daha. şimdi bir parça peynir, biraz haydari, bir yudum da su. haydarisiz rakı içmem.

bak, bu gece bitecek. bu rakı bitecek. bu meze bitecek. sen yine gideceksin.

kahve içmeye geleceğim belki yanına, kahve bitecek. sen yine gideceksin.

sonra bir gün geleceksin, ben gitmiş olacağım. senin gitmene gerek kalmayacak. o gün üzülür müsün benim için gittim diye? nerede olduğumu merak eder misin? öper misin yaralarımdan? bu sefer sadece vücudumdakileri... ama seni uyarıyorum, vücudum buz gibi olacak. ruhumu bulamayacaksın.

meraklanma, sana nerede olacağımı söyleyeyim. arafta olacağım ben. hep olduğum yerde olacağım. ait olmadığım ama beni hiç kendinden ayırmayan o yerde kalacağım yine. sonra sen geleceksin. kalamazsın orada, hemen gitmen için ben elimden ne geliyorsa yapacağım bu sefer.

sen yine gideceksin.

ben gözlerimi açıp bakacağım sana iyice, sen giderken. aklımda tek bir soru olacak.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

30 Mart 2014 Pazar

"müstehak"

müstehak arkadaşım.

bizim insanımız çocuğu ağlayınca kıyamayıp bütün parayı çocuğun istediği oyuncağa bayıyor.
bizim insanımız "çok hastayım ühühüü" diye ağlayan dilenciye veriyor parasını.
bizim insanımız yıllardır hem maddi hem manevi sömürülüyor hala yiyor duygu sömürüsünü.
bizim insanımız küfür yiyince kızıyor, biber gazı yiyince gaza gelip daha yok mu diyor.

uzatmayacağım, yazılacak ne kadar cok sey olsa da.

müstehak.

beş dakikalık kahve molası

parçalandı. bir şeylerin kırıldığını duyuyorum. gözlerimi açıp baktığımda, yerler hep kıpkırmızı. şarap kadehi kırılmış. camları toplamak gelmiyor içimden. tam tersi, üstünde zıplamak, camların ayaklarıma batmasının acısını ve mutluluğunu hissetmek istiyorum.

ben sanki bir şey yapacaktım. önemliydi de herhalde. düşünmeye çalışıyorum odaklanamayacağımı bilerek. dikkatimi elim çekiyor, kesilmiş. cam kırıklarını da toplamadım ki. yerde öylece duruyorlar. penceredeki ışık da ne? şimşek miydi o? pencereye koşuyorum, üstümde hiçliğim. camı açıp camdan aşağı bırakıyorum kendimi. bulutlar beni taşır mı?

yağmur beni temizleyebilir mi diye bir soru geçiyor aklımdan. sanki bulutlar kollarına almışlar beni, istediğim o okyanus çizgisiyle ufuk çizgisinin tam arasına götürüp bırakacaklar. denizlere dalsam, nefesim yeter mi? çığlık sesi kimin? okyanusta çığlık atamaz ki kimse. hem burada benden başka kimse yok.

her yer kan. etraf kan gölüne dönmüş. yerdeki ben miyim? benim vücudumun yerde ne işi var? kahretsin, yine odaklanamıyorum. kırmızı bana ne kadar da yakışmış. çıplaklıkla kırmızı bu kadar uyumlu olmamalıydı.

bütün düşüncelerim bir anda netleşiyor. bir kupa americano getirmiş bana. kahvenin kokusu... tam karşımda ise kara köpek gözlerini dikmiş bana bakıyor. sanki neden gelmedin diyor bana, sanki sitemkar, belli ki özür dilememi istemiş. kucağıma alıyorum, burnumda hala içimi ısıtan kahve kokusu. karşımdaki sandalye boş, sigaramı yakıyor biri. bana kahve getirenle aynı kişi olduğunu biliyorum.

sanırım huzurlu bir yalnızlık yaşarken beş dakikalık bir kahve molası verebilirim diye düşünüyorum ama etraf birden kapkaranlık oluyor. tepemde sadece bir spot. etrafımda bağıran insanlar var. "300e şarj et! 350!" "doktor bey nabız alamıyorum!"

anlıyorum ki kahve molası bitiyor. aklımda yine aynı soru.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

27 Mart 2014 Perşembe

dört kahve fincanı

anason kokusu burnuma çarpıyor aniden. oysa elimde biram var, bu koku da neyin nesi? gürültülü bir şekilde bana yaklaşan birileri var. ayak sesleriyle kahkaha sesleri birbirine karışıyor. o sırada birinin bağırdığını duyuyorum bana. "off yavrum gel burayaaa!" sarhoş belli ki, midemi bulandırıyor.

koşuyorum. hayır, eteğim yok. topuklu ayakkabım da. makyajım da yok. üstümde bi V tişörtü var, altımda bol bi eşofman altı, spor ayakkabılarım ve biram. saçımda siyah bişey var, adını yine unutuyorum. sahi adı neydi onun?

her neyse.. bana yetişiyorlar. kahretsin! çıkmaz sokaktayım. şu anda new orleans sokaklarında olmak için her şeyi yapabilirdim. bi mucize diliyorum. allahım ne olur bi mucize olsun! tam karşımdalar, kahkaha atıyorlar bana bakıp. korkuyorum, gözlerim dolu dolu oluyor. neden ben? bi anda bağırmaya başlıyorum, "YARDIM EDİN LÜTFEN KURTARIN BENİ!"

hafif bi ışık çarpıyor yüzüme. evlerin birinden geliyor. kapı açılıyor birden, iki tane köpek duruyor kapının önünde. adamların tam arkasındalar. hırlamalarından ben bile çekiniyorum, istediğim mucize oldu. şükürler olsun! adamlar kaçıyorlar. yağmur bastırıyor aniden. köpekler... artık benim karşımdalar ama hırlamıyorlar. yavaş yavaş yanıma geliyorlar. biri siyah, biri sütlü kahve - beyaz. o kadar güzeller ki ayrılmak istemiyorum. tanrım yağmur yağmasa olmaz mıydı? biri sesleniyor onlara, keşke gitmek zorunda olmasalardı diyorum içimden. ama gitmek zorundalar.

o kadar güzel görünüyorlar ki üçü birden. "pardon bakar mısınız?" yerden kalkıyorum. yüzüne bakıyorum. burada deniz yok ki, deniz kokusu nereden geliyor? cevap veremiyorum, bakıyorum öylece yüzüne. korktuğumu fark ediyor. "lütfen korkmayın. size zarar verecek değilim." teşekkür ediyorum. "hava çok yağmurlu, gidecek bi yeriniz yoksa içeri girebilirsiniz. içeride size zarar verecek kimse yok."

tedirginim. gidecek hiçbir yerim yok. içeri giriyorum. benimle beraber dört kişiyiz. dört tane kahve fincanı geliyor... bana o kadar iyi davranıyorlar ki, bi ailem varmış gibi hissediyorum.

kara köpek yanıma geliyor. başı kucağımda, bana kendini sevdiriyor. huzur veriyor bana, kimsenin yapamadığını yapıyor. bana kendimi bir hiç gibi değil de "biri" gibi hissettiriyor. ne tuhaf, aramızda farklı bi bağ kurulmuş gibi hissediyorum.

uyumam gerek. yanımda kalmasına izin verilmiyor, keşke kalabilseydi.

benim gibi hissetmişim hepsini, kahvaltıda fark ediyorum. kahvaltı bitiyor, dört kahve fincanı daha geliyor. kahveler bitince içimden geçiriyorum "bi kahvenin kırk yıl hatrı vardır".

artık gitmem gerek. kapıdan çıkıyorum benim olmayanları orada bırakıp. birşeyler kopuyor içimden, gözlerim doluyor. sanki ruhumu bırakıyorum orada, içim çekiliyor.

karşımda onun gözleri, burnumda kahve kokusu... başım dönüyor, gözlerim kararıyor, kopkoyu bi karanlıktayım.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

#dirençük

dünya kadar malın olacağına fındık kadar amın olsun olgusunu kendi kendime tartışmaktan sıkıldığım bi anda parmaklarımdan dökülenlerdir bunlar.

yüzümün güldüğüne bakmayın, bu ülkede hatun/kadın/kız/bayan/bağyan vs. olmak zor. ya "at gibi karı olum offf ne sikerdim var yaa" oluyorsun ya da "olm siktir et nefes alsın yeter vur geç amınakoyim". ama tabi pipi mühim. o, erkeği erkek yapan, padişah yapan, erkeğin erkekliğini kanıtlayan çıkıntı. kadının da haddini bildiren tabii, unutmamak lazım.

kadın, maaşına zam mı istiyor? tamam patrona versin. sekreter işini mi kaybedecek? patrona versin. kadının parası mı yok? ya birine versin o onun ihtiyacını karşılar ya da en temizi(!) kendini satsın. ne olacak canım, dünya kadar malı olacağına...

kadının yakın bi erkek arkadaşı olamaz. neden? çünkü erkeğin çükü, kadının da amı var. yani? illa sevişiyorlardır. dertleşemezler. eğlenemezler. am var pipi var heh tamam işte bunlar hep seks. hatta aynı merdivenden de çıkamazlar. pipiye saygı.

kadınlar neden erkeklerin hayatında sadece bacaklarını açtıkları sürece var oluyorlar ya da bu böyle gösteriliyor? neden kadının cinsel özgürlüğü yok? bakire olmayan kadın orospu da bakir olmayan erkek neden "piç" addediliyor? neden onun sırtı sıvazlanırken kadınlar "vereceksin!" muamelesi yaşıyor ki?

VERMEYECEM ULAN! VERMİYOM! ZORLA MI!

evet, zorla. çünkü sen, sevgilinle yatmadıysan onun kadını olmuyorsun. tabii seni seviyorsa...! sevmiyorsa, nasılsa gitmek için versen de vermesen de bahane bulacaktır. bunlara " oraya neden gittin, saat öğlen 2! çok geç değil mi dışarı çıkmak için, yanında neden çükü olan bi insan var, dışarda nasıl sakız çiğnersin orospu musun sen" tarzındaki klasik bahaneleri örnek verebiliriz.

olsun..

pipiye saygı. #dirençük. sen çok mühimsin. kadın dediğin nedir ki? "abi gel vur geç bi lira, tecavüz kaçınılmazsa zevk alsın amınakodumun kaşarı, bak bak dil de pabuç kadar vericen ağzına susacak" şeklindeki çükü olan erkek cinsiyetinin ERKEK muhabbetinde "MEZE"dir.

bu mudur? budur. keşke böyle olmasa.

26 Mart 2014 Çarşamba

bir yalnızlık senfonisi

tek kişilik bir orkestra ile tek nefeslik bir senfoni çalıyorum. o kadar ağır bir hüzün taşıyor ki, o tek nefes canımı yakıyor.

kahvemden bir yudum daha alıp, artık alkol bağımlısı olmadığımı fark ediyorum. kahve bağımlısı olma yolunda adım adım ilerliyorum sanki ama hayır. kendime dur demem gerek.

notalarıma sahip çıkmalıyım. onlardan başka hiçkimsem yok! gerçekler tek tek tokat gibi patlıyor yüzümde. ağlamak istiyorum ama olmuyor. ağlamak rahatlatmıyor beni zaten. saymaya başlıyorum. Bir. İki. Üç. Dört. Beş... sakinleşemeyeceğim. notalarım az önce buradaydı. tanrım! bomboş bir odada bir sayfa kağıt nereye kaybolmuş olabilir ki?

camdan dışarı bakınca peribacalarını görüyorum. ben buraya ne zaman geldim? gözlerim hala kapalı. açmaya çalışıyorum. neden bu kadar zor?

kendimi sahiplenmem gerek. yapamıyorum. kendime kızgınlığım geçmiyor. insan kendini neden sahiplenemez? neden sarılıp beni uyutsun istedim ki? yalnızlığa alışmış biri, beni sevebilir miydi? kendimi yalnızlığa ve kimsesizliğe bu kadar alıştırmışken, o mavi gözlü kara köpek bana neden huzur verdi? özlemek..

kahve kokusu çarpıyor burnuma. kahve benim değil, fincan benim değil, tişörtüm bile bana ait değil. ama huzur veriyor. ne tuhaf, benim olmayan bana huzur veriyor hala. hayatla kavgam bitmemiş, ancak anlıyorum. kendimden özür dilemek gelmiyor içimden. hala kızgınım. geçmeyecek. kendini affedememek...

güçsüzüm, her zamankinden daha güçsüz, daha yalnız, daha kimsesiz, daha kendimsizim. belki diyorum, bir gün ölürsem o kara köpek benim kokumu alır. belki o hatırlar beni. veda etmek istiyorum, susuyor. o bile hatırlamıyor artık.

göğsüne yatırıyorlar beni toprağın. üstümü örtüyor toprak. o uzaklaştırmıyor beni göğsünden. o açıyor kollarını bana. huzurluyum artık. ölüm keşke bu kadar huzurlu olmasaydı.

tek nefeslik bir yalnızlık senfonisi sesi duyuluyor toprağın altından. daha az önce huzurluydum. üstüm çıplak.

toprak bile beni sahiplenmemiş.

hayat ne garip; nefes aldım huzurum yoktu, öldüm hala yok.


ben yine ölmeyi nasıl başardım?

biraz geçmiş biraz gelecek

belki geçmemiş acısı, belki de hiç gelmeyecek. belki birkaç yudum kahve içtin, belki birkaç dakikalık uykuydu... tam o sırada müziğin, ruhunun en derinlerine dokunduğunu fark ettin. "cold winter dreams..."

hala bakışların bomboş. tepkisizsin. ruhuna az önce dokunan o notalara ne oldu? kül kokusu neden yakmıyor ciğerlerini artık? gözyaşların... neden akmıyor?

kahretsin! bi insan aynadaki yansımasına nasıl hesap sorabilir? her neyse... artık ayna da yok. ellerim kanıyor. bir insan nasıl bu kadar acımasızca cezalandırılır? neden kendine olan kızgınlığını affedemez?

her gün günaydın demek istediğim kişiler... nerede?

neden bu kadar kızgınım? kimine yanımda olmadığı için kızıyorum kimine yanında olamadığım için. neden her şey yolundayken mahvediyorum? bir insan kendi hayatını nasıl bu kadar mahvedebilir?

olmuşla ölmüşe çare yok derler. olan olmuş, ölen ölmüş.. içimden bir ses konuşuyor benimle. "ben daha ölmedim ki!" ve sonra susuyor. çünkü ben gerçeği biliyorum. ve hala aklımda aynı soru.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

bir varmış...

hiç yokmuş. bir çift göz varmış, biri mavi diğeri siyah. biri varmış, gözleri kahve kokan. ama hiç yokmuş.

bir kahve fincanı varmış, içinde küçük bir kız çocuğunun kalbi olan, ama hiç yokmuş.

bir yokmuş, hiç varmış.

kararlar varmış, aslında verilmeyen.

sözler varmış, hiç tutulamayacak olan.

bir hayat varmış galiba, hiç bana ait olmayan.

bir nefes varmış, hiç nefes yokmuş.

22 Mart 2014 Cumartesi

üç yudum kahve

derimi kaldırdım. izden kurtulmam gerekiyor. omzumdaki izden nefret ediyorum. neşter! pamuk istemiyorum. pansuman istemiyorum. kan akıyor, kolum kıpkırmızı oldu. parmaklarımın ucundan yere damlayan kanları görüyorum. mutluluk verici. damlama sesi, huzur veriyor. üstüne alkol döküyorum. canımın acıması beni ağlatmıyor artık. bir kahkaha daha atıyorum. tıpkı neşterle omzumu kesmeye başlamadan önce attığım kahkaha gibi. aynı histerik düşünce, aynı tuhaf ses, aynı hissizlik, aynı hiçlik.

kendim değilim. kendimde değilim. sadece kahkaha sesi var kulaklarımda çınlayan. kendime bakıyorum dışarıdan. "eskiden" nasıl olduğumu düşünüyorum. eski ne demek ki? ben hep ben değil miyim? odaklanamıyorum. odaklandığım zaman karşımda iki adam oluyor hep. bir ben, iki onlar. ikiye karşı bir. bıçaklar. ben mor rengi çok severdim. bütün vücudum neden mosmor olmuş?

su çok soğuk. kıyafetlerim hep kan içinde. su üstümdeki kanı temizliyor. ellerimdekini temizlemeye yetecek mi? beni tamamen temizleyebilir mi? havalandırmanın sesi beynimde uğulduyor. ışığı yakmayı unutmuşum. kanı görmeme gerek yok, kokusu yeterince huzur verici.

neşterim parlıyor karanlıkta. boynuma götürüyorum. boynumu yalıyor sanki, o kadar huzur verici ki. kıyafetlerimi çıkarıyorum. artık kan kalmamıştır herhalde. ne tuhaf, birazdan bütün küvet kan dolu olacak. kim kalbini yerinden çıkartabilecek kadar cesur olabilir ki?

neşter boynumdan yavaşça aşağıya kayıyor. kalbimin üstünde artık. yine canım yanıyor. ensemde bi karıncalanma hissediyorum. elim gidiyor istemsiz. bir bıçağın sapı geliyor elime. nefesim kesilirken kollarında buluyorum kendimi. o, benim nefesimi kesiyor. sonra çığlık atıyor. banyoda benden başka hiç kimse yok. kan yok. kıyafetlerim yok. neşterim nerede? loş bi hiçliğin ortasındayım.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

iki kaşık kahve

yansımamı izliyordum. aynaya baktım son kez. aldığım haplardan gözbebeklerimin büyümesini, yavaşça terlememi seyrettim. yanımda şırınga duruyordu. etrafta boş alkol şişeleri... bomboş odamda bomboş bi hayatla başbaşaydım işte. bitiyordu. inthar etmiştim. öleceğim yer, hayatım gibi bomboş bi oda olmamalıydı. hayır ölmeyi burda beklemeyecektim. şırıngamı alıp dışarı çıktım.

gelmiştim. moda sahilindeydim işte. kayalıkların üstündeydim, oturuyordum. bomboştu. neden kimse yok? sevgililer nerede? her geldiğimde bana gül vermeye çalışan çingene kadın nerede? bir saniye, ben ne düşünüyordum? neden buradayım? odaklanamıyorum yine. taşlar var kucağımda. ne zaman topladım ki? her neyse. nasılsa düşünsem de bulamayacağım, en iyisi taş sektirmek. suyun üstünde ne kadar güzel şekiller oluyor. bunları ben mi yapıyorum? evet damarımı buldum. iyi ki şırıngamı almışım. öleceğim yer burası olmalı. elimdeki sodayı yarım bırakıp denize atıyorum. çünkü biterse bitmiş demektir. ama benim sodam bitmedi ki, yarım kaldı diye bir düşünce geçiyor aklımdan.

içim titriyor. üstümde neden hırkam yok? her yer neden bembeyaz olmuş? kar yağıyor. yine gece, yine karanlık. kar neden gece yağıyor? siyahı aydınlatacak gücü hiç yok ki. ayak sesleri duyuyorum. yanıma gelip oturuyor biri. yüzüne bakamıyorum. biliyorum gözleri neden diye soracak. acaba kim ki o? cevabını biliyorum sanki. gücümü toplamak istiyorum, gitmiş. sanırım ölmek üzereyim. hayatım da gözlerimin önünden film şeridi gibi geçmiyor. geçecek ne vardı ki zaten?

gözlerimi açıyorum. yine odamdayım. aynanın karşısında. üstümde siyah bi elbise var. her yer kapkaranlık. elimle yoklayarak ışığı bulmaya çalışırken biri beni tutuyor. gözlerimin içine bakıyor, sormuyor neden diye. etrafta boş alkol şişeleri... yanımda kalıyor. gitmemiş. cennet bu olmalı diyorum. aklımda bir soru işareti...

ben yine ölmeyi nasıl başardım?

bir fincan kahve

gök gürültüsü. beni uyandıran gök gürültüsüydü, camdan kafamı uzattım. ıslanıyordum. daha çok ıslanmam lazımdı sanki, bir şeyler geçirdim üstüme. dışardaydım işte. özgürlüktü yağmurda ıslanabilmek. herkes su damlacıklarından çil yavrusu gibi sağa sola kaçışırken ben orada duruyordum. yağmura direnmek miydi? kendimi temizlemek miydi? zihnim bomboştu odaklanamıyordum. sigaram sönmüştü, yağmurdan olacak herhalde. peki ben ne ara yakmıştım ki sigaramı?

işte orada. bir köpek yavrusu. kapkara. hayır kara renk gecenindir diye düşünüyorum bir an, demek ki köpek siyah renkteymiş. ceketimin içine sokuyorum. boynumdaki şalıma sarıyorum, belki bi parça ısınabilir.

bir adam duruyor orada. deri ceketini giymiş. neden dışarıda? neden kaçmıyor? odaklanamadım. bir çay kokusu geldi burnuma. bir kadın bana sesleniyor "kızım gel sıcak bi çay iç ısınırsın!" gri saçlı teyzeyi, yağmur ankaranın gri rengini gecenin karanlığında biraz hafifletmeye çalışırken reddediyorum.

yürümeye devam ettim. insanlar hala kaçıyordu. kulağımda kulaklık. şarkılar çalıyor. sanki odaklanmam gereken bir şey vardı. hatırlayamıyorum.

yağmur altında öpüşen sevgililer vardı. beni görünce neden kaçtılar? görünmez değilmişim. kendimi yağmur yerine koyuyorum. insanlar ondan da kaçıyorlardı. hala güneş doğmadı. saat de zaten gecenin 3buçuğu. ne kadar da aptalım.

yürümeye devam ettim. sıcak bir şey var sanki. köpek yavrusu kucağımda uykuya dalmış. hayır barınak olmaz. sokağa da bırakmayacağım. o benimle geliyor.

yağmur durdu. bir yere girmeliyim artık. çığlık sesi nereden geliyor? etrafım bomboş. kim bağırıyor?! damla sesleri duyuyorum. kan mı damlıyor? yağmur sonrası toprak kokması gerekmez miydi dünyanın? kan kokusu da ne? boynum neden sıcak? tanrım! boynum kanıyor. bağıran benmişim. cam parçasının boynumda ne işi var?

köpek yavrusu. ona bakmalıyım. hastaneye gidiyoruz. hastane neden kapalı? içeride kimse yok. çığlık sesleri yok. kan kokusu yok. kendimi bile hissedemiyorum.

ben yine ölmeyi nasıl başardım?